22 Ekim 2010 Cuma

mis kokan kıyafetimle hazırlanmıştım seni görmek için.
oysa ya birileri gelecekti, ya senin işin çıkıp aniden gitmeliydin ya da zaten baştan denk gelemeyecektik bir türlü.
yalnız kalmaktan hiç hoşlanmıyordun. sokağında, yatağında, mutfağında, yanında yörende birileri olmalıydı hep. hep konuşmalıydın, onlar dinlemeli ve pür dikkat akıllarında tutmalılardı seni.
yalnız kalmak korkutuyor hepimizi. kalabalık sürecek saltanatını sen olduğun sürece, daha ilk dakikadan yorgun düşen ruhuma anlatamayacağım bunu. hep sen denklemini çözmeye çalışacağım, bi bok olmadığını bildiğim halde. tam çözdüğüm zaman sorumsuz rüzgarlar alacaklar sonucu.
seni çok sevmeliler. alt tarafı 7 nota vardı ama bugüne denk o aynı notalarla farklı milyonlarca şarkı yapılmamış mıydı?
en temiz kıyafetli, yumuşacık ve ışıl ışıl olan bendim oysa. beklediğim, belki hiç alakası olmayan bir cümleyi kurmaktı ulu orta. ya da bitişik kulaklarını hafifçe öpüp rüyaya dalmaktı. olmayacaktı, yetmeyecekti zaman.
ben zaten çok istekli değildim, baştan kabul. çirkin kadınlar, güzel kadınlar ama yetmeyen kadınlar, sevilmekten başka zerre düşüncesi olayan bağımlı kadınlardan değildim.
oysa daha ilk tanışmamızda anlayıp bir türlü kabul etmek istemediğim şeyler vardı. sen kocamandın, kocaman olmalıydın. ellerin ayakların değildi kocaman olan. siyah saçlarına düşen yağmur taneleri, ellerine konan siyah bir toz zerresiydi kocaman olan.
gülmekten ama gerçekten gülmekten yorulmuş yüzüm, kasıklarım, dişlerim, pembe güzel kulaklarım hep senin kocaman olmanı istedi. var mıydı bir çıkarım? inan bilmiyorum. olsa olsa sorabilirim bunu birilerine ama cevabı dinlemeden. sen ister buna tapınma de, ister deme. senin bile kocaman olduğuna inanmayışından, kocaman olmak zorunda olmana hırslanışım bu yüzden belki de...
biliyor herkes bunun ne anlama geldiğini. biliyoruz ama asla söylemeyeceğiz sana.
o yüzden içki içmeni istemiyorum, güçlü kuvvetli olmanı istiyorum meyve yersen cildinin tazecik olacağını biliyorum. yoğurt yersen daha beyaz, sıcak ve temiz olacak o güzel gözlerin.
belki sıfatları bir yana koymalıyım. hiçbir istemediğim bir adama hiçbir şey istemediği halde birşeyleri vermeye çabalayarak komik duruma düşürmemeliyim kendimi daha fazla.
etrafındaki önemli insanları daha fazla bunaltmamalıyım. onların er olanları hoşlanıyormuş benden:) kadınlarının çoğu ise nefret ediyor. komik değil mi?
seni çok seviyorlardır umarım. yuvarlarken bir bir kadehleri, seni çok seviyorlardır eminim. neşesiz bir kadınım işte, hatta chris cornell dinliyorum sık sık şu aralar. bireyin sevebileceğine inanıyorum, komik değil mi? ben seni bu kadar çok seviyorsam, birey neden sevmesin ki?

13 Ekim 2010 Çarşamba

uzun boylu kadınlar nasıl giyinmeli?


ben uzun boylu bir kadın değilim. ama uzun boylu kadınları çok seviyorum. özellikle uzun boyunku narin kadınlar estetik hazinemizde önemli parçaları oluşturuyor.

ancak genel kanının aksine uzun boylu kadınlara ne giyse yakışmaz. "manken gibi maşallah" dediğimiz kadınlar bile uygunsuz şeylerle kendilerini çirkinleştirebilirler.

uzun boylu bir kadınsanız alın size birkaç ipucu. hem de önemli ipuçları...

genel olarak kendinize uygun uzunlukta kıyafetler seçin...

çok kısa pantolonlardan sakının!

çok kısa pantolonlar size uygun görünmeyecektir. başkasının kıyafetini giyiyormuşsunuz izlenimi verebilirler. ayrıca ayak bileğinizin çok yukarasındaki paça boyu ayaklarınızın ortaya çıkmasını sağlayacağı için büyük ayaklı kadınlar için sıkıcı bir görüntü yaratabilir.

11 Ekim 2010 Pazartesi


gamze saraçoğlu imzalı bu tasarım gerçek bir harika. özellikle zayıf kadınlar için büyülü bir atmosfer yaratacak bu elbiseyi her renk ayakkabı ile tamamlayabilirsiniz.

10 Ekim 2010 Pazar

Taş bir sözcük düştü parçalandı

Henüz yaşayan göğsümde.

Zararı yok, ben zaten hazırdım.

Gelirim bunun da üstesinden.

Başımda işim çok bugün:

Belleği sonuna değin öldürmek gerek,

Taşlaşması gerek ruhun

Ve yaşamayı yeniden öğrenmek.

İşte… Yazın hışırdayan sıcak soluğu

Bayram gibi sarıyor pencereyi.

Ben çoktan sezmiştim bu

Aydınlık günü ve boş evi.



Anna AHMATOVA

Çeviri: Azer YARAN

9 Ekim 2010 Cumartesi


frey wille çantam ve eşarbım ile bir bütün olucam bu kış. çok mutluyummm..

ben öylece durmuş ne olacak diye heyecanla beklerken gözüm vitrindeki kıyafete takıldı.

ne büyük yazar ne de onun afilli lafları aklımda değildi. gördüğüm zengince muhitteki bir vitrindi. sonradan adının aslı filinta olduğunu öğrendiğim tasarımcının kıyafetleri vardı. ah ah dedimm ve birkaç tane tişört alıverdim.
işte bu da aslı filinta'nın bir elbisesi...

ruxandria çizmelerimle gecenin sonunda doğru yürüyorum.
agent provocateur'ün yeni koleksiyonundan bu nefis parça akıllara soru işareti getiriyor...
kolumun dış tarafıyla camın buğusunu sildim. ama yazdığım yazının izi nedense kaybolmadı.
büyük yazarı rafa kaldırmam gerektiğini anladım. çünkü beni üzmek isiyordu. ve ben vh1 dinlemekten hala keyif alıyordum. güncel olanla fazla il?gim yoktu. büyük yazar ise hanefi avcı'dan musa anter'e uzanan arada azınlıklara uğrayan bir skala bir oraya bir buraya gidip geliyordu.
new radicals'ı sevmeyecekti. büyük yazarın iyi bir insan olduğuna inancım hızlıca kayboldu. o herkesin hayatında merkezde durmak ve öylece sokunulmak istiyordu ama buna karşılık verebileceği şey yoktu. onu çok sevecek birisi onu üzerdi en fazla.
o yüzden ben de onunla sevişmeden hayatından çıkmaya karar verdim. herkesle aynı mesafede flört eden bi adam en fazla siniri bozardı, neyse bunu anladın mı acaba?
camda "seni hep seveceğim..." yazısı kaldı...

7 Ekim 2010 Perşembe

bugün bir hayal kurdum... petek dinçöz'ün programında sapsarı saçlarım ve ışıltılı yeşil elbisemle konuk olmak...
evrene bu mesajı yolluyorum. eminim evren bu mesajı alıp bana gereken yanıtı verecek...

5 Ekim 2010 Salı

yapmamam gerken herşeyi yapmaktan keyif aldığımı oracıkta söylemedim. tıpkı onun gibi benim de söylemediğim şeyler vardı.
beni kendisine doğru çekip yavaşça dudaklarımdan öptü. içecek bir şeyler söylemiş miydik?
çok içtiği için kahve söylemek istemişti. ama sonradan anlayacaktım, içmeye devam etti. bu sefer başka bir taksiye atlayıp eve gittik...
ne yani ter kokuyorum diye kült punk'ın öncüsü olamaz mıydım?
karaköy'de tuhaf bir balık lokantasına gittik. tuhaflığı salaşlığından ziyade büyük yazarın yarattığı ilüzyonla ilgiliydi. erkeklerin hepsi amuda kalkmış bizi selamlıyordu. açıkhavadaki bu salaş mekanın orta yerindeki dev ekranda 1982 yılı kırkpınar yağlı güreşlerinin açılış törenini izliyorlardı.
"eğer" dedim,
- seks ya da örümcekler hakkında yazıyorsan herke seni budala zanneder.
bana baktı: "yapma böyle hayal" dedi. "yapma böyle..."
"herkes ter kokar" dedim. taksici hafifçe yana kaykılarak "ben hiç ter kokmam. ter bezlerimi aldırdım." dedi.
"sen bu konuya karışma" diye lafı ağzına tıkadım.
büyük yazar, bıyık altından gülüyordu. çünkü ter koktuğumu söylemekle benden intikam alarak kendini ve taksiciyi rahatlatıyordu.
kırmızı hint işi bluzum, krem rengi pantolunumla çok hoştum. ama zafer söz konusu olduğunda güzel bir kadının önemi yoktur.


beni karaköy'e götürdü. inanılması güç bir gece olacaktı.

yatakta nasıl acaba?

sor bakalım kendine bu kadar çok gülümsemek kötü mü?

hafta sonları birilerinin aramasını bekleyerek geçiririm

eğer canım biraz sıkkınsa eğlenceli bir şeyler düşünüp gülerim.

eğer canım çok sıkkınsa önüme gelene asılıp, yatakta nasıl acaba diye düşünürüm.

acaba yatakta nasıl?

Bu soruyu sormaz mı kadınlar?

Hah işte, msn de online kadın arkadaşlarıma soruyorum

belki uzun uzun öperek sevişiyordur

bir Ferhat göçer şarkısı kadar duygulu bir insanım

4 Ekim 2010 Pazartesi

"yaşgünün kaçta biter" diye sordu. ben de "senin kokteyl ne zaman?" biter diye sordum. 1o gibi biteceğini söyledi. büyük yazar beni aradığında saat 10'du. ama beni almaya gelmesi gece yarsını buldu...
ellerimden tutup taksiye bindirdi. bu arada ter koktuğumu söyledi...
taksiye binip eve giderken bir önceki buluşmamızda olanları düşündüğümü fark ettim. bir önceki buluşmamızda beni akşamın dar vakti arayıp bir kokteyle davet etmişti. davetlere bayılırım. hele bir de beleş içki varsa...
ancak bu daveti kabul etmem mümkün görünmüyordu. beni aradığında bir dolmuşun içinde hızla gidiyordum, bir arkadaşımın yaşgününe. yazar beni arayıp, "canım, benimle kokteyle gelir misin?" demişti. "canım" en çok kullandığı kelimelerden biriydi. ve ağzına çok yakışıyordu...

3 Ekim 2010 Pazar

birlikte yürüyüp taksinin yanına geldik.
beni taksiye bindirdi. sonra da "arayacağım" dedi. eh be yavrummmm
hayal kurmaya devam edeceğim ama koşullar şu an bunun için uygun değil. yazarın beni tarlabaşında atlatıp gittiği o gece bu işin sarpa saracağına olan inancım iyice zayıfladı. gerçekten sarpa saracak diye başladığım işler genelde düz bir eğride seyredip sdonra bommm diye sonuçlanır. yine aynı şeyler oluyor.
bu kez beni barın dışında beni bekliyordu. son anda mekanda atlatmayı içi elvermemişti anlaşılan. onu gördüğümde "nereye kayboldun?" diye sordu. nereye kaybolmuştum? orada öylece oturup duruyordum oysa.
sonrasında yürümeye başladık. bir an önce gitmesi gerektiğini söyledi. söylediğine göre aynı yöne gidiyorduk. birlikte gitmeyi önerdim. bunu kabul eder gibi yaptı önce. sonra tarlabaşında taksinin yanına geldiğimizde ayrı ayrı gitmemiz gerektiğini söyledi. yolda alması gereken kişiler vardı. böyle olacağını biliyordum. ne de olsa onu ilk gördüğümde bir seferde kaç tane üç kağıt açacağını anlamıştım! ama o bunu bilmiyordu.

30 Eylül 2010 Perşembe

"bekle" dedim. geliyorum. o da bekledi.
iki gece önce onun evine giderken, elimi tutup beni yanağımdan öpmüştü.

sorulara yanıt bulacak birisi varsa o ben değildim kuşkusuz. onunla tanıştığım ilk günden beri benimle ilgilenmesini bekliyordum. benimle ilgilenmeye başladığı andan itibaren de ilgilenmemesi için elimden gelen lanetliği yapıyordum.
arada "yapma böyle" diyordu yazar. yapma böyle de ne demek yahu? elimde mi sanki? o kadar devirdiğim kierkegaard, lacan vız gelip tırıs gidiyordu. bu coğrafyanın spinozası kimdi sahi? belki de danışmam gereken bir yer, birisi vardı.
akıl azaldığı oranda kaygı da azalır diyen soren haklıydı aslında. yazarı o kadar da dikkate almama gerek yoktu. sonunda cehenneme çekip gidecek ve bir daha geri gelmeyecekti.
gittiğimiz sonuncu mekanda ortadan kayboldu. gittiğini biliyordum. gitmişti. sıkıldığı belliydi. ben de olsam sıkılırdım. yanımda iki tane zebellah gibi adamla kırıtıp duruyordum. aman ne eğlence.
sonra telefonun çaldığını hissettim. arayan büyük yazardı. son anda vicdanı rahat etmemişti anlaşılan. basıp gitmekten alıp koyup o narin bedenini "neredesin?" dedi.
"manavgat şelalesi kenarında piknik yapıyorum..."

28 Eylül 2010 Salı

mihenk taşı

açıkçası hiç umurumda değildi yazarın yazarlığı. iyi bir adam mıydı? ailesi onunla ilgili hangi noktayı mihenk taşı olarak gösteriyor.
seks hayatını anlatıp durmasının altında yatan şey neydi?

karizma mı dedin?

dans etmek benim için önemli değildi. ama kendimi bir anda horon oynarken buldum. bir yandan horon çekip diğer yandan yazara karizmatik davranmak zordu tabii. ama onun da oynaşana vücudunu görünce karizmanın sadece video kliplerde olan bir yanılsama olabileceği ihtimali geldi.
uzun yıllar boyunca, bunu öğrenmiş evrim geçiren kadın beyninin sağ yarısı. içindeki müziği sustur ve karizma yap!
yazar dans ederken benim birkaç arkadaşım geldi. oysa onları görecek halde değildim. tuhaf bir biçimde iletişim kurup duruyorduk. elimdeki az votkalı tonik ile öylece konuşup duruyordum.
yazarın ara ara kaybolan görüntüsü açıkçası biraz tuhaf gelmeye başlamıştı.
kaybolma yazar!

"tamam" dedi

ona başka bir yere gitmeyi teklif ettim. "tamam" dedi. bayılırım böyle sorunsuz adamlara. en azından şu anda böyle olması bile harikaydı. bir önceki karşılaşmamızda canıma okumuştu o ayrı!
yazarken bazen başka yerlere dalıp gidiyor insan. şu anda mezzo'da gayet eski caz videoları dönüyor. dolayısıyla ben de eskilere taaa birkaç gün öncesine dönüyorum ikide birde.
gittiğimiz yer "vatansız" bir yerdi. bayrak, sınır ve dil karmaşası yoktu. içeriye girmek her zaman serbestti. bazı zamanlar konser ücreti almaya çalışıyorlardı ama her seferinde mekanın sahibi beni içeri alıyordu. sonra yanağıma bir öpücük ve gece başlasın!
içeri girdiğimizde horon tepen insanları gördüm. birbirlerinin ellerinden tutup hararetle oyun oynuyorlardı. amma iş! romantizm kalmadı tabii...

romantizm değerleri

mırın kırını durmuştu yazarın. yayvan bir gülümseme yerleşmişti ağzına. şirin bir adam. ama benimle olan ilgisini hala çözebilmiş değilim. o beyoğlu'nun kara sokaklarında rahatça yürürken ben uzaktaki bir köy evinde oturuyorum oysa.
yazar zaman zaman elimi tutuyor. hoşuma gidiyor. romantizm eksikliği çeken sevgi çemberinin ortasında olmak nasıl da keyifli.
geçen gün test yaptırdım; romantizm değerlerim çok düşük çıktı.

vatansız

birlikte yürümeye başladık. benim havam yerindeydi. nasıl yerinde olmasın? üzerimde koyu pembe harika elişi bir ceket, saçlarım da tam istediğim gibi.
hanefi avcı'yı gözaltına almışlar. basın toplantısından 48 saat önce.

27 Eylül 2010 Pazartesi

mırın kırın

önce mırın kırın etti yazar. mırın kırını bile sevimli ve yerli yerindeydi. bir başkası böyle mırın kırın edemezdi, bu kadar sevimli bir şekilde. aslında belki mırın kırın etmiyordu da bana ve uzun bacaklarıma öyle geliyordu. bir önceki buluşmamızda benimle çok sert konuşmuştu, ondan arta kalan tortu muydu bu bana?
bu satırları okusa, "yapma be kuzum, bunu yapma" der eminim. ülen, onu yapma bunu yapma. binlerce yıldır bıkmadınız mı bu laftan????

daracık bir masa, uzun bacaklar

benim yazarla gecenin en kalabalık yerinde buluştuk. daha önceden beni arayıp haber vermişti. yemekten sonra görüşebilir miyiz? çok ince bir soru sormuştu. zaten kendisi çok zarif bir yazardır. önceden sözleştiği bir yemek olduğunu da ekledi. yani aslında benim de katılmamı çok isterdi sanırım. böyle, dedi.
gecenin en kalabalık yerinde, daracık bir sokağa, sokağın da neredeyse tam ortasına oturduk. bir sürü insan gelip geçmekte idi. bir sürü insan birbirine ve bizim masamıza sürünerek geçmekte ısrar ediyordu.
yazar, bu sokağı, kalabalığı çok sevdiğini söyledi. orada öylece, daracık bir masada uzun bacaklarımı nereye sokuştaracağımı bilemeden onu öylece dinliyordum. kafası güzeldi. akşamın inen ilk saaatlerinden beri içiyordu belli.
neden bu kadar içtiğini düşündüm. "neden bu kadar içiyorsun be kuzum?" diyesim geldi. ama bacaklarım o kadar rahatsızdı ki bunun yerinde "haydi buradan kalkalım" dedim. başka lanet bir yere gitmek daha iyi olacaktı.
yazarım sızlanmadı. " tamam" dedi.

kathy acker

"aşıkların
iletişime ihtiyacı yoktur. onlar yaralarına bakıp tanırlar birbirlerini" demiş kathy acker.

muhteşem fizik

aynı zamanda muhteşem fiziği olan akıllı bir kızım. bunu belli etmiyorum artık.
mükemmel fizikli bir kadının zeki olmasına dayanamıyor pek çok kişi. özellikle erkekler, hoş erkekler...
benim yazar da çok ileri görüşlü, genel kültürde on numara ama daha kadınsı olmam konusunda benden istekli. zekamı göstermek bir yana hissettirmem bile onu rahatsız ediyor. koştururken arkadan görüntüsü hiç fena değil ama!
ben artık yazarımın dediği gibi davranmaya çalışacağım. zaten bir süredir bunu istiyordum. bildiğini belli etmeyen bakışlara sahip olmak için çabalıyordun anlayacağınız. ideal insan olarak onaylanmak için yapamayacağım şey yoktur. anladınız mı allahın cezaları?

zor bir plan,

yaşadığım zamanın ve coğrafyanın en cesur kadını değilim elbette. bu payeyi seda sayan'a vermekte beis görmüyorum. köşeci yazarlar da görmesin lütfen. yiğin hakkı rapunzel'e olmalı her zaman. ben bunu bilir bunu söylerim.
kendimi ulusal moda tasarımcısı olarak görüyorum. ulusal moda tasarımcısı, basit bir tanımlama gibi gelmiyor kulağa değil mi? ulusal olan aynı zamanda uluslararası olmaya da muktedirdir. bunu unutmayın.
evet, cesurluğa soyunmuş kadınlardan biriyim. bunu böyle söylememde bir sakınca yok. cesurluğa soyunmak değil. kimsenin kendisine morun tonlarını yakıştıramadığı bir yerde morun her tonunu her zaman kendisine yakıştıran demektir. mütevazlığı elden bırakmadan alayına düşüncelerini söyleyebilen demektir. bir de elbette osmanlı mutfağından seçme yemekleri yapabilmek falan filan işte...
ben mesleğim düşüldüğünde bir numaralı modacıyım. neden inkar edeyim?

plan devam ediyor!

çalıştığım firmanın şarkıcıları gece konser veriyordu. bir parça iş, bir parça eğlence için bundan daha iyisi bulunamazdı.
ama başlangıç sona hiç uymaz, değil mi?

hepsi planın bir parçası!

o gece için çok sayıda planım vardı.
çok sayıda plan çok sayıda erkek demektir. çok sayıda erkeğin ne anlama geldiğini söylememe gerek yok elbette. yoksa var mı?
planlarım arasında gelen teklifleri değerlendirmek vardı. ama hangisi atlatıp hangisini kabul edeceğim konusunda fikirlerim vardı. kimilerini baştan çarpı işaretiyle cezalandırmıştım. bir parça akılları varsa şayet bunun şansın ılık gülümsemesi olduğunu anlamaları lazımdı. ama nerede o zeka!
en iyisi ve zorunlu olanı konsere gitmekti.

26 Eylül 2010 Pazar

basit bir imza günü

"bir imza günü" dedi. orta şekerli kahvemi içerken. "basit bir imza günü" der gibiydi. cumartesi günü saat 14.00 ile 17.00 arasında, şehrin en işlek yerinde.
16.45de tam oradaydım. ancak yazar yerinde yoktu. masada yazarın isminin yazılı olduğu kağıdın yanında, birkaç kuru pasta bulunan büyük tabak, bir iki plastik bardakta yarım bırakılmış fanta, büyükçe bir demet beyaz çiçek vardı...
yazar, çiçeğini bırakıp oradan gitmişti. görevlinin yanına yaklaşıp, "yazar beni çiçeği almam için yolladı" diyecektim büyük bir ciddiyetle. saçları koyu kırmızı hoş bir kadının bu isteğini hele de
b
ü
y
ü
k
bir yazar rica etmişse, kırmaları mümkün değildi. ama ben bir soğuk espriye daha gerek olmadığını düşündüm. vazgeçtim. kimbilir yazar, ne espriler yapmıştı, kitabını imzalatmaya gelen o hoş insanlara. sıcak ve samimi esprilerdi bunlar.

adam phillips

konunun adam phillips ile direkt ya da dolaylı olarak bir bağlantısı yok. adam phillips kendi halinde bir yazar. benim onunla tanışıklığım çok eskilere dayanmıyor. hoş tanışsak da bunua nımsayacağımı sanmıyorum. ama onun dediği gibi "herşeyi bilen için sesks daima bir sorundur." katılmamak mümkün değil. ah adam, ah!

sahip;

aşk sahip olmadığımız bir şeyi, onu sizden istemeyen birine vermektir... demiş lacan. ben de onu büyük yazara söylüyorum; yeniden.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

kürşat başar

kürşat başar güncel aşkları mercek altına alıyor. saçlarındaki boya doğal olma gayretinde...

yeniden buradayım

evet, yeniden buradayım. uzun zaman ara verdiğim bu değerli sayfalara geri döndüm.

25 Nisan 2010 Pazar

Oysa ben!

Oysa ben ne mi istiyorum? Daha çok dopamin, noradrenalin ve phenylethylam. Hepsi ama hepsi aynı anda salgılansınlar. Beni deli etsinler. Ellerim terlerken, beynim zonklasın, mideme ağrılar girsin ve nefesim arsız bir kedi gibi oradan orada aksın gitsin.
Ne miyim ben? Yok yok deli değilim. Aşkın sözde kimyasının yarattığı enerjiden söz ediyorum. Siz fellik fellik kaçarken bu hissiyattan ben bu hormonlara bulanıp tavana vurmak istiyorum. İstiyorum da istiyorum...

hımmm!!!

evet, nerde kalmıştık?
bahar geldi ve geçiyor. sabah sıcağa uyanan bedenimiz akşamüstü gelen kışla titriyor. hücrelerim arasında geçiş yaşayamıyorum. kış ne gelmişti? bahar neden böyle değişken? hiçbir şey anlaşılmıyor kısacası.
bildiğim tek şey bir süredir öylece kalakalmış olmam. resim kursunda eğlenemiyorum, haftasonları çıktığım yürüyüş gruplarında bir türlü kafa dengi birine rastlamadım.
yalnızım, yalnızzzzzz. peki yok mu bunun çaresi?
peşimden gelen, benimle ilgilenen adamlar zerre kadar ilgimi çekmiyor.
yalnızım ve yalnız. bildiğim teş şey bu.
girdiğim ortamların haddi hesabı yok. işti, toplantıydı, açılıştı, kapanıştı derken bir sürü yere gidiyorum. ancak ekmek fırınında çalışan asgari ücretli gibi sadece ve sadece aynı şeyleri görüyorum. tek tip giyinmiş, 100den fazla kelime hazinesi olmayan, hepsi kendince dayanılmaz çekici bir yığın adam. ama haberleri yok hepsi aynı derecede sıkıcı.
hatta itiraf etmeliyim benden daha sıkıcı...

hücreler

beynimin içinde yer alan milyarlarca hücre onu düşümn diyor. Onu düşün ve başka bir şeye inanma. peki nasıl olacak bu? milyarlca hücrenin bana öğrettiği şey bu mu?

20 Nisan 2010 Salı

poke me


sevgilim yok

şu anda sevgilim yok. bahar uyanışın ve başlangıçların mevsimidir derler. ama bende tık yok.
ha keyfim nasıl mı diye sorarsanız valla çok gıcır. sadece şu anda biraz film izleyip keyif yapmak istiyorum. alengirli bir film bulmaya gidiyorum. izleyince haber edeceğim size.

21 Mart 2010 Pazar

logos ve eros

logosum olan erosumu arıyorum. augistinos "bilgiyi tanrısal ışıkla aydınlatan" diyor logos için. bense logos anlamdan bize kalan bir tortu diyorum. bu tortuyu tadan insan ağzında gevelemeye başlar kafasında uçuşan anlamları. biriktirdiği, tesadüfen kulağına çalınanlara yüz vermez bu yüzden. cümleler kurmaya çalışır. uzun uzun düşündüğü için nadiren cümleler çıkar.
egos ise yunanlıların sevgili sevgi tanrısı. ama freud, jung bilumum şöhretleri dünya çapındaki psikoloji insanları bunu; ruhun toplamındaki cinsel dürtülerin çıkış kapısı olarak tanımlıyor.

İşte Benim Zayıf Noktam...




İşte benim hayalimdeki adam... adamımm..

Achilles' heel

Zayıf noktanız ne derseniz? elbette pek çok yanıt verebilirim. Şu aralar tek zayıf noktam tatlılar. Hayatta karşı koymadan bana itaat eden sınırlı sayıda gruba giren yiyecek ve içeçeklerden söz ediyorum. Benim zayıf noktam bu aralar bu: Achilles' Heel: Bir dilim ev yapımı baklava ya da sütlaç...
Aslında bir aralar itiraf ediyorum beğenilmekti tek zayıf noktam. Yok öyle ağzı beş karış havada ayran budalası kadınlar gibi erkekler değil. Erkeklerin hayatımda zayıf noktam olmasından ziyade hayatıma giren erkeklerin her bakımdan zayıf olmaları ortak noktalarıydı. Bu onların kabahati değil elbette.
Bir keresinde çok yeraltı bir abi ile tanışmıştım. Kendisi çoklu sanatlar ile uğraşıyordu. Resimse resim, heykelse aha bir sürü kalıp cinsinden. Çok aykırıydı çoook ama benim gibi bir kadını kaldıracak kadar aykırı olamadı. Neymiş efendim çok cool muşum. Peki ya sen nesin düdük efendi?

hayaller

yarın işe gitmeyeceğim.

yalnızım?

evet, etrafımda bir sürü insan var. ama neden bu yalnızlık hissi? limonu ve zeytinyağı eksik bir karnıbahar salatasıyım sanki. herkesin herşeyi yapabilecek olmasını bilmek fena halde korkutuyor.
az önce bir alışveriş merkezindeydim. bir sürü yalnız insan tekli ya da gruplar halinde dolaşıyorlardı. indirim mevsiminin bitmeyen sezonu içimizdeki indirimleri afişe ediyorken yalnız yalnız dolaşıyorduk.
bir çift gördüm. 30 lu yaşlarında yeni evli bir çift. kucaklarında yeni mahsul çocukları suratlarında mutsuz ifadelerle dolaşıyorlardı. bir süre göz hapsinde tuttum.
ilgimi çeken şu oldu: kadın, pazar günü klişesi olan eşofman kombinasyonunu sarı ve fönlü saçları ve tonlarca makyajıyla bir güzel tamamlamıştı. kocasıyım diye basbağıran cüzdanı dolgun genç adam ise kendi halinde pazar gününde güzel ve bakımlı karısının yanında dolaşarak geçiriyordu. kadın, bu salak adamı evlenmeden önce kimbilir kaç numarayla kafeslemek için uğraşmıştı. işte bu nedenle, kendinden emin, evlenmiş olmalarının verdiği güvenle ihtişam içerisinde kıyafeti ile suratının tezatlığına aldırmadan dolaşacaktı, ömrünün sonuna dek...
ben ise; kariyer sahibi, iyi eğitimli hoşa kadın olarak bu pazar günü salaş kıyafetlerle yalnızlığımın aslında başkalarının yalnızlığına gülümsemesi olduğunun farkına bir kez daha varacaktım. zaman aslında sen bir oyun musun?

20 Mart 2010 Cumartesi

yaşa bakmaz aşk!

henüz 35 yaşındayım. bazıları için çok gibi gelse de insan kendine 35inde varıyor sanki.
klişeleri sevmem ama bazen klişesiz hayat nasıl olurdu diye düşünmeden de edemiyorum. çok güzel değilim. ama bakımlı ve hoş bir kadınım. iyi bir eğitimim var, sürüsüne basacak kadar da iyi bir kariyer. gerçi şu sıralar işten ayrılmayı fena halde düşünüyorum.
hayatın bu kadar kısır döngüde olmasını kabul etmemi kafam bir türlü almıyor. bu kısır döngüden ya şimdi kurtulacağım ya da hiç.
ben ciddi ciddi olarak yaşam tarzımı hatta şehirimi değiştirmeyi düşünüyorum.
nerde kalmıştım? iyi bir eğitim, kariyer, hoş ve bakımlı bir kadınım. ama yalnızım. yok öyle nicel yalnızlıktan söz etmiyorum. etrafımda hatırı sayılır bir insan topluluğu var.

9 Mart 2010 Salı

gecenin ikisi

david, hoş çocuktu. birkaç kere john'un kendisine karşı eskisi gibi davranmadığını söyledi.
ben aldırmadım tabii. çünkü olanları ve olacakları biliyordum.
klasik baba yadigarı erkek olan john, son ana dek benim david'a yüz vermeyeceğimi düşünüyordu. ancak beraber olmaya başladığımızda ok yaydan çıktı.
ilber ortaylı'nın mırıl mırıl konuştuğu bir programı izliyordum. gece olmuştu, evde yalnızdım. birden telefonum çaldı. arayan john'dı. "ne yapıyorsun" dedi. "ilber ortaylı ile uykudan önceyi dinliyorum" dedim. david'le sevgili olmuşsun, hayırlı olsun diye patlayıverdi. sana ne olum demeden, "evet" dedim. sıkıcı bir ses tonu ve gözlerimi ortaylı'dan ayırmadan. john'ın alkollü hali konuşmasına aptalca bir yön vermeye başlamıştı ki, "kapatmam lazım, pizzacı geldi" dedim.
yeeri gelmişken izlediğim kötü amerikan dizilerinden aklımda kalmış replikleri kullanmakta ustayımdır.
bir cd koydum ve dans etmeye başladım. gecenin ikisi ve john aramaya devam ediyordu, nafile...

aslında bana aşıkmış!

john aslında bana en başta aşık olduğunu söyledi. hem de hiç beklemediğim bir anda.
bu anın david ile yakınlaştığım an olması ilginç değil mi? bu kadar zaman hep yakınında olan ben en yakın arkadaşı david ile bir şeyler yaşamaya hazırlanıyorum. birden ziller deli gibi çalmaya, altındaki zemin kaymaya başlamış olmalı elbette. fancy elden gidiyor nidaları atmadığı kaldı bir tek.
bu tavrı daha da sinirimi bozdu. evet artık bir şeyleri göstermek istiyordu ama bu neden david'in ortaya çıktığı andı? işte bu oyuna gelecek değilim. aylarca günlerce suskun kalan bir şey belli etmeyen john kaçak güreşiyordu düpedüz. kokusunu aldığım bu üçkağıt birden bire david'i daha şirin gösterdi gözüme. o david ki beni arayıp akşamları görmek istediğini söylüyordu. her defasında kibar ve istekliydi. bana arada mesajlar atıp özellikle buluşmadığımız gecelerde neler yaptığımı soruyordu.
ah evet, david'de fos çıkacaktı biliyordum ama şu yaşadığım anların keyfini çıkartmamam için neden değildi bu!

8 Mart 2010 Pazartesi

turkcell gözünü kerpiç evler doyursun

efendim deprem oldu malum. zavallı köylüler perişan. neymiş deprem değil, kötü kerpiç evler öldürmüş.
elazığlılar aslında doğru dürüst evler yapsalarmış ölmeyeceklermiş. peh. lafa bak hizaya gel. adamların aylık geliri 10 bin dolar ama adamlar kötü evlerde oturmaktan vazgeçememişler sanki.
ey ahali kendinize gelin yahu. hemen netten baktım elazığlı vatandaşın aylık geliri gideri nedir diye. aylık kişi başı geliri ortalama 597,1 tl. gideri ise 2,359 tl. imiş. maliye bakanlığı'nın 2009 resmi rakamları bu yönde. şimdi utanmadan tekrar edin bakalım, kötü kerpiç evlerde oturdukları için ölen insanlara yönelttiğiniz eleştiri dolu cümlelerinizi.
ha bu arada turkcell bölgedeki vatandaşların faturalarını bir ay ertelemiş. ne göz yaşartıcı bir davranış. iyilik meleği turkcell trilyonluk reklam bütçelerinin tırnağı kadar tutmayacak bir miktarı es geçseydi ne olurdu? o iğrenç reklam bütçesinde mi eksilirdi? hayır...

john II

evet, john ile yakınlaşmaya başladık. uzun süredir kimse ilişkisi yoktu. bir anda daha popüler bir adam olmuştu. çünkü daha iyi para kazanmaya başlamıştı. gerçi pintiliği devam ediyordu. ama en azıdan bir bira ısmarlayabiliyordu.
john, keyifli bir adamdır. buna diyeceğim yok. ama yakın arkadaşı david ile nedense beni bir türlü bir araya getirmek istemiyordu. ancak bir akşam kader ağlarını ördü ve david ile tanıştım. david aptalın tekiydi. ama bu onunla olmam için engel değildi. çünkü david, bir kadına nasıl davranması gerektiğini bilen bir aptaldı.
tanıştığımız ilk andan itibaren benimle ilgilendi. bu yetmiyormuş gibi ilgilendiğini de belli etti. ey ahmak erkek ahalisi, işte yaptığınız en büyük hata. aha 8 mart dünya emekçi kadınlar gününde buradan size yazıyorum. yaptığınız en büyük eşşeklik hoşlandığınız kadına doğru dürüst bunu belli etmemeniz.
david aptaldı ama kadın ruhunu iyi biliyor. bu nedenle onun telefonu alıp, ertesi gün beni arayıp buluşma teklifine hemen evet dedim.
beni yemeğe çıkarttı. çok eğlenceli bir gece geçirdik ve sonra eve bıraktı.
ertesi günm tekrar aradı ve yeniden buluşmak istediğini söyledi. böyle aptala can kurban...
hayal kurmak için bana alan açan david ile o gece buluştum. ve birlikte çok güzel bir gece geçirdik...

john

john artık beni beğenmiyor. çünkü en yakın arkadaşı david ile sevgili oldum. bilmiyorum neden bir süre her ikimizle görüşmedi. hatta çok sinir bozucu tavırlar takınarak bir süreliğine bile olsa canımdan bezdirdi.
olay nasıl mı oldu?
john ile yaklaşık 10 yıldır tanışıyorum. ortak bir arkadaşımız bizi tanıştırdı. o sırada benimle ilgilenmes,ne imkan yoktu çünkü mike ile evliydim. ancak erkekleri bilirsiniz. karşılarındaki engeller ne kadar çetin olursa onlar da o kadar aşka gelirler. ahırın kapısını çifteleriyle kırmak için çabalayan eşekler gibidirler. ama benim bu bezlerde tarağım olmadığı için john'ın bu eşşek hareketlerine yüz vermemiştim. neyse efendim gel zaman git zaman yıllar geçti. ben mike dan ayrıldım. bilirsiniz evliyken yara alan arkadaşlıklar boşanınca yavaş yavaş eskiye döner. eh akşam sizden her şartda yemek yapmanızı bekleyen biri olmayınca hayat daha farklı olur...

7 Mart 2010 Pazar

gecelerden bir gece

geçen cuma john ile buluştuk. uzun zamandır birlikte bir şey yapmamıştık. nerden estiyse beni aradı. kocaman kahkahalar atarak beni yemeğe davet etti. neden olmasın diye kabul ettim.

sonsuz maymun teoremi

bir daktilonun tuşlarına uzunca hatta sonsuz bir sürede dokunan maymunun bilinen bir metni yazacağı iddiasını anlatıyor. bu matematik teoremi aslında rastgele diziyi konu edenen ve sonsuzluk kavramına bel bağlayan düşüncelerin korkunçluğunu gösterir.

hayaller

adım fancy/hayal. elbette gerçek adım bu değil. ama ben bu ismi çok sevdiğim için kendime yakıştırıyorum. bir de burada yazacaklarımı kendi kimliğimle yazmak işime gelmiyor.
ne de olsa kendi çapında tanınan birisiyim. yazacaklarımın güzelliği kimsenin kıskançlık oklarına hedef olmasın diye takma isim kullanacağım. kimseyi kıskandırmak istemem, hele o kötü enerjilerimi üzerime çekmeyi hiç istemem.
ben hayal, işte buradayım...